MONTRÖ  (MONTREUX)  BOĞAZLAR   SÖZLEŞMESİ

Tarihi tecrübenin de ışığında, günlük tepkisellikten uzak, uzun vadeli bakışla ve objektif kriterlere göre değerlendirilmesi gereken bazı konular vardır. Her millet ve yönetimin sağduyusu zaman zaman bu tür konularla test edilir. Bunların spekülatif, geçici popülist politik çıkarlara alet edilmesinin faturası ileride günün birinde mutlaka muhataplarca masaya getirilecektir. Hem de bu yanlışlarda hiçbir sorumluluğu bulunmayan gelecek nesillerin önüne. Bu nedenle bu tür konular ele alınırken her şeyden önce bir ülkenin aydınlarına, söz ve yetki sahiplerine düşen sorumluluklar vardır. Ülkemizin gündemi sürekli değişiyor ve en hayati konuların bile sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesi siyasetin hızlı akışı içinde ve bahsettiğimiz günübirlik yaklaşımların ışığında maalesef mümkün olamıyor. Halbuki belirttiğimiz gibi, başta siyaset yapıcılar olmakla ülkenin geleceğinde söz ve yetki sahibi olan kişilerin, kurumların bu tür hayati konular karşısında günlük siyasi dalgalanmaların rehinesi olmamaları, sağduyulu ve şuurlu bir şekilde tutumlarını açıkça ve cesaretle, şüphesiz de yapıcı bir üslupla ortaya koymaları gerekir.

İç politik/ekonomik vb. konularda yapılabilecek hataların, yanlışlıkların sandıklarda halkın özgür iradesiyle tespiti ve sonrasında düzeltilmesi mümkün olabilir. Millete hizmet yarışında demokrasinin temel ilkesi gereği bayrağı başka bir yönetim devralabilir. Ancak dış politika alanında en başta ortak coğrafyayı paylaştığımız ülkelerle ilişkilerimizi etkileyebilecek yanlış adım ve kararların etkileri kolayca telafi edilemez, mutlaka ağır sonuçları olur. Bu bakımdan bu konularda görüş beyan eden, tutum sergileyen ve karar veren herkesin millet ve tarih önünde sorumlu olduğunu hiç unutmaması gereklidir.

İçinde yaşadığımız bu dönemde çeşitli vesilelerle, 9 devletin taraf olduğu, 20 temmuz 1936 tarihli, 29 madde, 4 ek ve 1 protokolden müteşekkil Montrö Sözleşmesi’nin gündeme gelmesi de bu kritik konulardan birini teşkil ediyor. Giriş cümlelerinden sonra bu tarihi Sözleşme’nin hazırlanış süreci ve bugünü hakkında bazı değerlendirmelerimizi paylaşalım.

I. Montrö Sözleşmesi’ne giden yol; Osmanlı devletinin boğazlar üzerinde en küçük bir tartışmaya yer bırakmayacak şekilde hakim olduğu klasik dönemler sonrasında bazı yabancı devletlerin ilgilerini giderek Boğazlar üzerinde yoğunlaştırdıkları görülür. Yavaş yavaş güneye inerek 1699 yılında Karlofça anlaşmasıyla Azak kalesini alması sonrasında Rusya bu aktörlerin en önde gelenlerinden biri olmuştur. Zaten İstanbul başta olmakla bölgeye yönelik Rus ilgisi kilise ve aydınından askerine bütün kesimlerinde asırlardır canlıdır. Böylelikle Moskova için İstanbul ve Boğazlar yakın ve ulaşılabilir bir ideale dönüşmüştür. Benzeri yaklaşımlar dönemin küresel güçlerinden İngiltere, Almanya vb. ülkeler için de farklı değildir. Neticede; artık hemen her vesileyle Boğazlar meselesi güçlü devletlerin hem kendi aralarında hem de Bab-ı Ali ile ilişkilerinde pazarlıklara açık hale gelmiştir. 1841 Londra, 1856 Paris, 1871 Londra Konferansları bunların bazı önemli köşe taşlarıdır. I. Dünya Savaşı döneminde Mart 1915 gizli anlaşmalarıyla İstanbul, Boğazlar ve Marmara’da geniş bir bölgenin Rus çarlığına verileceği taahhüdü; Çanakkale savaşını Osmanlıların kazanması ve Rusya’da Bolşevik ihtilalinin çıkmasıyla sonuçsuz kalmışsa da, bu gizli anlaşmalar tarihin hafızasında yerini almış ve Rusya’nın ileriki dönemde de kendini gösterecek Boğazlar ilgisi canlılığını asla yitirmemiştir. Yeni bir cumhuriyete doğru giden bu dönemin ilk yıllarında, 1921’de TBMM hükümeti ile SB arasında imzalanan Moskova Anlaşması’nın (md. 5 ile) Türk egemenliği ilkesini vurgulaması ise o dönemde Ankara-Moskova ilişkilerinin nisbi olumlu havasının bir işareti olmuştur. Yine söz Rusya’dan açılmışken, her ne kadar Boğazlara yönelik tarihi hedefleri varsa da dönemin siyasi ortamına göre bunların üslup değiştirebildiğinin, nitekim; 1923 Lozan Anlaşması görüşmelerinde Sovyetlerin, (müttefiklerin ısrarlı talebi olan) Boğazların askersizleştirilmesi ve uluslararası komisyon kurulmasına karşı çıktığının da hatırlanması gerekir.

Tarihi gelişimi itibariyle baktığımızda Montrö Sözleşmesi (MS)’ni Cumhuriyetin kurucu belgelerinden 1923 Lozan Antlaşması (LA)’nın son halkası olarak nitelemek doğru olacaktır. Biri olmadan diğerine bakmak analizleri bütüncüllükten uzaklaştırır. 1923-36 arasında ara rejim olarak nitelenebilecek dönemde, gerçekten de Türkiye’nin güvenlik beklentilerini tam olarak karşılayamayan 1923 Boğazlar Sözleşmesi’nin sorunlu yönleri 13 yıl sonra diplomasi başarısıyla MS’ nin imzalanmasıyla kapsamlıca düzeltilmiştir.

Boğazlarla ilgili söz konusu ara rejimin (1923-36) ülke yönetimi, aydınları için ağır bir sıkıntı konusu olduğunu o dönemin kaynaklarından görebiliyoruz. Sonradan cumhurbaşkanlığı da yapan, MS görüşmelerinde Türk heyetinde yer almış merhum F.Korutürk bunlardan biridir ve “Boğazların askersizleştirilmiş, idaresi uluslararası komisyona bırakılmış statüsünün herkese ızdırap verdiğini” anılarında yazar. Bu sorunların niye 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nde giderilemediği sorusunun cevabını ise en başta dönemin şartlarıyla açıklamak mümkündür. Ancak önemli olan meselelerin bilincine sahip olmak ve kısa bir zaman sonra yeni bir Sözleşmeyi büyük kazanımlarla fiiliyata geçirebilmiş olmaktır. Hem de başka devletlerin kullandığı çatışma veya savaş yöntemleriyle değil sadece güçlü bir siyasi kararlılık, doğru zamanlama, öngörü ve diplomasi yoluyla.

Her hâlükârda Türkiye LA’nı taçlandıracak nihai adımı beklemiştir. Ve genç devlete, Avrupa’daki gelişmeleri çok iyi tahlil edebilme yetenekleri de bu fırsatı vermiştir. Avrupa ve dünyanın o dönemdeki siyasi görünümüne bakıldığında; statüko karşıtı Almanya, İtalya, Japonya gibi devletlerin güçlendikleri, yeni bir güçler dengesinin doğmakta bulunduğu, bu değişimlerin ciddi tehditleri de beraberinde getirdiği, örneğin yakın bir tehdit kaynağı olarak 1930’lardan itibaren İtalya’nın oniki adaları silahlandırmaya başlamasının Türkiye’yi çok rahatsız ettiği görülecektir. I. Dünya Savaş sonrası dönemde dünyanın silahsızlanma yönünde gelişeceği beklentileri de gerçekleşmemiştir. Üstelik, İtalya’nın Habeşistan’ı işgalinin yanısıra, Almanya Ren bölgesini silahlandırması, Japonlar Mançurya’yı işgali vb. gibi gelişmeler de dünyayı bir kez daha ve yavaş yavaş savaşa sürüklemektedir.

Bu tablo karşısında Türkiye Milletler Cemiyeti’nde, ikili temaslarında, silahsızlanma konulu çeşitli uluslararası toplantılarda sürekli Boğazların güvenliği meselesini gündeme getirmeye başlamış, 1930’lardan itibaren bu yöndeki faaliyetlerini artırmıştır. Şartların değişmiş olması (rebus sic stantibus) ilkesini sürekli işlemiştir. Sistemin güçlü aktörleri olan SSCB ve İngiltere ile yakın temaslarda bulunmuştur. Görüşlerini yakınlaştırmaya çalışmıştır. Yeni bir Sözleşmenin siyasi/diplomatik altyapısını hazırlamıştır. Ciddi devletler önemli tarihi meseleleri günlük tepkilerle, popülist miting konuşmalarıyla değil, sağduyuyla ve uzun vadeli bakışla değerlendirirler. 600 yıllık köklü Osmanlı devlet geleneğinin devamı gibi yeni cumhuriyet de meseleyi ciddiyetle ele almıştır. Bütün bu çalışmaların son aşamasında, 11 nisan 1935’de, LA’na taraf devletlere birer nota vererek küresel siyasi gelişmelere ve Avrupa’da yükselen silahlanma yarışına dair düşüncelerini, güvenlik endişelerini kapsamlıca anlatmış ve konferans davetinde bulunmuştur. Alınan cevaplar da, gerekli hazırlıklar önceden yapıldığı ve altyapısı hazırlandığından genelde olumlu olmuştur. (LA’ na taraf olmadığı için ilk aşamada katılamayan ancak sonradan Boğazlara büyük ilgi gösteren) ABD, MS Konferansına katılmamış, Akdeniz’de tehdit kaynağı olarak büyüyen İtalya ise konferansa katılmamakla birlikte bilahare Sözleşme’ye taraf olmuştur.

MS’nin en başta bir zamanlama diplomasi başarısı olduğunun hemen her vesileyle vurgulanması meselenin mahiyetini anlayabilmek bakımından önceliklidir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, savaşın ayak sesleri önceden görülmüş gerekli ön hazırlıklar yapılmış ve diplomasi süreci başlatılmıştır. Diplomaside zamanın önünde veya gerisinde olmak değil, tam zamanında gereğini yapmak sonuç getirir. Nitekim; Dışişleri Bakanı Saraçoğlu sonraki dönemde, 1939’da bir Türkiye-SB anlaşması yapmak üzere gittiği Moskova ziyaretinde sonuca varılamaması üzerine ayrılırken muhatabı Molotof’a “Hiçbir konuda anlaşamadık. Uzlaştığımız hiçbir husus yok. Elveda” der. Anlamı şudur. Türk siyaseti ve diplomasisi 1936’da MS sürecinde geç kalmış olsaydı bu tarihi belgenin ilerki yıllarda imza ve yürürlüğe girişi büyük ihtimalle mümkün olmayacak, Boğazlar üzerinde hakimiyetini bir daha kolay kolay kuramayacaktı. Bu durumu zamanında görmüş, başarıyı da bu zamanlama ve kararlılıkla sağlamıştır. Başka bir yazının konusu olmakla birlikte Hatay’ın Fransızların elinden alınarak anavatanla yine bu dönemde buluşmasının sağlanması da keza büyük bir siyasi vizyonun zamanlama diplomasisiyle gerçekleştirilmesinin bir diğer örnek hikayesidir.

III. Montrö Konferansı ve Sözleşme’nin imzalanması; Montrö Sözleşmesi’nin ön hazırlıkları gibi, imzalanması süreci de okullarda, üniversitelerde okutulması gerekli büyük bir tarih, diplomasi dersidir. Türk (T.R.Aras) ve Sovyet (Litvinov) heyetlerinin müzakereleri bilhassa önemlidir. Montrö’deki görüşmelerde farklı görüşler karşı karşıya gelmiştir. Konferansta SB heyetinin tutumunun, Karadeniz’e kıyıdaşlığın korunması ve diğer devletlere göre avantaj içermesi, bölge dışı devletlerin donanmalarına ise belirli sınırlar getirilmesi anlayışıyla şekillendiği görülmektedir. SB tarafı görüşmelerde sahildar devletler için ileri bir serbestlik talep ederken, sahildar olmayan devletlerin Karadeniz’e girişlerini ise olabildiğince sınırlamaya çalışmıştır. SB her ne kadar kendinin Akdeniz’e çıkışlarının sınırlanmasından, ayrıca yakın savaş tehdidinin takdirinin (md.21) Türkiye’ye bırakılmasından pek hoşnut değilse de, KD’e kıyıdaş olmayan devletlerin Karadeniz’e girişlerinin bir takım düzenlemelere tabii tutulmasından memnuniyet duymaktadır. Sözleşmenin süresinin belirli bir zaman dilimiyle sınırlı olması hususunda da Türkiye ile SB yakın görüşlerde olmuşlardır. Şüphesiz üzerinde tartışılan başkaca konular da vardır. İngiltere’nin Boğazlar Komisyonu’nun devamını istemesi, yeni Sözleşme’nin 50 yıl gibi uzun süre geçerli olması talebi bunlardan bazılarıdır.

Türkiye ise herşeyden önce 13 yıllık ara dönemde gözlemlediği güvenlik boşluğunun tamamen giderilmesini istemektedir. Bu konuda geri adım olmayacaktır. Konferans oturumlarında Türkiye’nin önceden sunmuş olduğu yeni Sözleşme Taslağı 23 haziran 1936 görüşmelerinde esas alınmış, ülkeler bu çerçevede öneri ve görüşlerini masaya getirmişlerdir.

IV. Neden Montrö Sözleşmesi? Uluslararası bir anlaşmanın, barışçı müzakerelerle değiştirilmesinin en önemli ve belki de nadir örneklerinden, 29 madde 4 ek ve 1 Protokol’den müteşekkil, 9 devletin taraf olduğu Montrö Sözleşmesi’nin en önemli özelliklerinin başında; LA’nın Boğazlar bölgesinde Türkiye aleyhine açık bıraktığı güvenlik boşluğunu doldurması gelir. Bu itibarla MS’nin “Türkiye’nin güvenliği ve Karadeniz sahildarı devletlerin Karadeniz’deki emniyeti…” tarzındaki Giriş cümleleri Sözleşmenin felsefesini açıkça ortaya koymaktadır.

Konferans Başkan Yardımcısı hukukçu Yunanlı Politis’in Türkiye’yi “haklı konumu, uluslararası uzlaşmanın ve barışın savunucusu” olarak tanımlayarak tebrik etmesi müzakere ortamını herhalde gerçekçi ifade etmektedir. Sözleşme ile Türkiye, titizlikle uyguladığı düzenlemeler çerçevesinde, güvenlik hedeflerini elde etmiştir.Boğazlardan serbest geçiş ilkesi ise bu güvenlik kaygılarının ışığında açık ilkelerle tespit olunmuştur. Ve bunun doğal bir sonucu olarak da 1923-LA’nın Boğazlarla ilgili düzenlemesi fesh olmuş, Ek Protokol gereğince askersizleştirilmiş statü sona erdirilmiş, Türk askerleri hemen aynı gün bölgeye geçmişlerdir. “Türkiye bahsekonu Sözleşmenin girişinde tarif edilen Boğazlar mıntıkasını derhal yeniden askerileştirebilecektir” (Md.1) Aynı şekilde Uluslararası Boğazlar Komisyonu da dağılmış, denetim Türkiye’ye geçmiştir.

MS, Türkiye’nin son yüzyıllarda Boğazlar üzerindeki hakimiyetini en ileri ve kapsamlı düzeye taşıdığı bir Sözleşme olmaktadır. Osmanlı devletinin/ Türkiye’nin uluslararası sistemin büyük güçlerince Boğazlar üzerinden tehdit edildiği, pazarlık konusu yapıldığı dönemler geride kalmıştır. Tam hakimiyetin anlamının anlaşılabilmesi için meseleye günlük spekülasyonlar üzerinden değil tarihsel sürecin bugünlere nasıl geldiği perspektifinden bakılması gereklidir. Aksi takdirde konuyla ilgili değerlendirmeler yüzeysel kalmaya mahkumdur. Nitekim yürürlüğe girmesinden birkaç yıl sonra patlayan dünya savaşı boyunca Alman deniz güçlerinin SSCB kıyılarını bombalama için Karadeniz’e MS nedeniyle geçirilmemeleri bahsettiğimiz tam hakimiyetin tarihsel sembollerindendir.

Burada MS maddelerine girmeye ise gerek görmüyoruz. Zira bunlar ayrı bir analiz konusudur ve Sözleşme’yi incelemek isteyenlerce kolayca ulaşılabilmektedir. Bununla birlikte, en başta serbest geçiş ilkesinin sınırsız olduğunun belirtilmesi yararlı olur.

a.MS 20 yıl için geçerli olmuş, sonradan 5’er yıllık dilimlerle uzatılmış ise de, bahsettiğimiz serbestlik ilkesinin zaman sınırı bulunmamaktadır. (Md.1 ve 28) b.Karadeniz’e sahildar olup/ olmamaya, barış/savaş dönemlerine,

c.Türkiye’nin savaşa taraf olup/ olmamasına,

d.hatta (son derece ilginç ve önemli bir kategori olarak) kendisini yakın bir harp tehdidinde görüp/görmemesine göre ve

e.gemilerin mahiyetleri, tonajları vb. dikkate alınarak ve Karadeniz’de kalış süreleri gibi belirli sınırlamalarla ilgili maddelerde yeni geçiş rejimi düzenlenmiştir.

MS’nin 28/29 maddelerinde belirtilen fesh / tadilata dair düzenlemesi ise aşağıda belirtileceği gibi bugün için de büyük önem taşımaktadır.

III. Sözleşme sonrası; Ayrı bir çalışma konusu olsa da, MS sonrası dönem de her yönden incelenmeyi hakketmektedir. Özetlemek gerekirse, bugün artık tarihe karışmış olan SSCB, bilhassa II.Dünya Savaşı sonrası dönemde Türkiye’ye baskılarını, Doğu Anadolu ve Boğazlar üzerinden artırmış, tehditlerini şiddetlendirmiş, özellikle Boğazlar üzerinde söz sahibi olmak istemiştir. Nitekim 1925 tarihli Türkiye-SSCB Dostluk ve Saldırmazlık Anlaşması’nı da feshetmiştir. SB adeta Türkiye ile meselelerinin çözümünde (!) teketek kalmayı istemiş, bu taleplerine karşı ise Türkiye’den çok güçlü direniş gelmiştir.

Artık bu kritik dönemden itibaren dünya sistemi yeniden şekillenmekte, soğuk savaş yaşanmaya başlamakta, Türkiye ile Batılılar arasında ilişkiler yeni bir devreye girmekte, işbirliğinin önü açılmaktadır. Türkiye’nin SB ile balayı 20 yıl kadar sürmüş, zamanla her iki ülke de yeni ve hasım ittifaklara dahil olmuştur. MS’ nin imza sürecinde yakınlık içinde olan Türkiye ve SSCB artık uzun yıllar boyunca karşı kamplarda bulunacaklardır.

IV. Montrö Sözleşmesi/ Bugün; MS’nin uluslararası düzeyde tartışma konusuna dönüşmesi neye hizmet eder sorusunun cevabı esasen MS nasıl feshedilir sorusunun cevabından da açıkça görülebilecektir. Şöyle ki;

a.Madde 28 fesih aşamalarını düzenler. Taraflardan birinin fesih talebini müteakiben 2 yıl boyunca yürürlükte kalacak, sonrasında yeni bir Sözleşme için Konferans düzenlenecektir.

b. Tadil maddesi ise nisbeten daha detaylıdır. Her 5 yıllık dönemlerde, 3 ay öncesinden talepler ilk aşamada diplomasiyle çözümlenmeye çalışılacak, aksi takdirde bazı şartlarla bir Konferansa gidilecektir. SSCB’nin geçmişte bu konudaki bazı girişimleri de sonuçsuz kalmıştır.

MS bakımından ne ilk 20 yılını tamamladığında, ne de sonradan bir fesih talebi olmamıştır. Zira bu yönde bir girişimin büyük bir siyasi/hukuki kaos çıkaracağı bütün taraf ülkelerce de bilinmektedir. Öncelikle, Sözleşmenin uluslararası bir konferansla tartışmaya açılmasının sonuçlarını kestirmek mümkün olmayacaktır. Bu bağlamda, İstanbul Kanalı’nın Montrö sistemiyle bağlantısı da gündeme gelebilecek, bazı ülkelerce bilhassa zorlanacaktır. Bugün olmazsa bile ileride bu bağlantı mutlaka sorgulanır hale gelecek, Türkiye üzerinde baskı oluşturulacaktır. Rusya’nın çeşitli vesilelerle dile getirdiği, “Kanal İstanbul, Montrö’yü bozmadıkça Türkiye’nin meselesidir” görüşü bu konudaki tutumlarını özetlemektedir. Bununla birlikte, süreçle ilgili bazı endişelerinin bulunduğunu, gelişmeleri yakinen izlediklerini de bilmekteyiz. Ülkemizde son günlerde MS tartışmalarının gündemden nisbeten düşmesinin ardında Türk tarafında bile MS/ İstanbul Kanalı ilişkisinden duyulan birtakım endişelerin bulunmuş olabileceğini de akla getiriyor. İstanbul Kanalı’nın maddi anlamda Türkiye için bir gelir kapısı olacağı yönündeki görüşlerin ise içerikten yoksun, tutarsız oldukları her vesileyle görülüyor !

Bölgeye yönelik stratejik bakışından hiçbir zaman vazgeçmemiş olan, meselenin en önemli aktörlerinden Rusya bugünkü statüden nisbeten memnundur. Akdeniz’e çıkışında sınırlama ve şartlar olsa bile. Zira pandoranın kutusunun açılmasının kendisini de etkileyeceğini bilmektedir. MS’ne taraf olmayan müttefikimiz ABD’nin tutumu da son derece önemlidir. Boğazlardan geçişlerde, çıkışlarda, Karadeniz’de kalışta, gemilerin tonajlarında tam serbestlik isteyen ABD’nin Karadeniz’de önünde hiçbir sınır olmaksızın güç yığdığı gibi bir senaryonun sonuçlarının ne olabileceğini sorumluluk sahibi herkesin düşünmesi gerekir. Mesela bugün Rusya-Ukrayna gerginliği en ileri düzeylere taşınmışken Karadeniz’de güçlü bir ABD askeri varlığı ile çevrelenmiş olma refleksiyle Rusya’nın nasıl davranacağı gibi sorulara da sağduyulu cevaplar aranmalıdır.

Uluslararası düzeyde MS’nin tartışmaya açılmasının ciddi sonuçları arasında Türkiye’nin asırlar sonra Boğazlarda ilk kez bu ölçekte tesis ettiği tam hakimiyetin zedelenmesinin de ihtimal dahilinde bulunacağı daima dikkate alınmalıdır. Bugün Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki hakimiyetinin son dönemdeki bazı göstergeleri bakımından; (Dışişleri kaynaklarına göre) 1936’da günde 17 gemi geçerken bu sayının bugün 8 katına çıktığı ve günde 130 civarına yükseldiği, gemilerin taşıdığı yükün mahiyetinin de değiştiği (patlayıcı, zehirli vb) dikkate alınarak önce 1994 sonra 1998’de Türk Boğazlar Tüzüğü’nün Türk tarafınca uygulamaya geçirilebildiği hatırlanmalıdır. Keza Gemi Trafik Hizmetleri Sistemi de 2003 yılında yürürlüğe girmiştir. Bilhassa MS’nin md.2’deki serbestlik ilkesine rağmen Türkiye güvenli geçişe dair kaygıları çerçevesinde bu adımları başarabilmiştir.

Bölgemizin halihazırda dünyanın en sorunlu bölgelerinden biri olduğu gerçeğinden de hareketle MS’nin sadece savaş durumunda değil yakın savaş tehlikesinde de Türkiye’ye tam yetki vermiş olması keza önemlidir. Ülkemiz 1. Dünya Savaşı tecrübesiyle yabancı gemilerin Boğazları geçerek istedikleri gibi davranmalarının sonuçlarını iyi bilmektedir. Bunun ağır faturasını Türkiye de ödemek zorunda kalmıştır. Dolayısıyla Türkiye, Karadeniz’e sahildar olmayan ülkelerin, Bulgaristan, Romanya gibi bazı sahildar devletler aracılığıyla MS sistemine yönelik sabote girişimlerine imkan vermemelidir. Birtakım devletlerin aralarında hesaplaşma çabaları Türkiye üzerinden yapılmamalıdır. Geçtiğimiz asırların bu anlamdaki tecrübesini hepimiz bilmekteyiz.

Ülkemiz taraf olmasa da, 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin MS bağlamında Türkiye’nin Boğazlardaki hakimiyetini koruduğunun (Md.34/35), MS’nin feshi gibi bir durumda ise denizlerin serbestisi ilkesi çerçevesinde bu hakimiyetin de sorunlu hale gelebileceğinin keza bilinmesi gerekir.

Özetle; yeni bir Sözleşme sürecinin başlatılmasının ve sonrasının bölgemizi dünyanın en sorunlu ve gergin bölgelerinden birine dönüştüreceğinden şüphe edilmemelidir.

V.Sonuç; Türkçemizdeki “şüyui vukuundan beterdir” darbı meseli gibi MS’nin bugünün şartlarında gündeme getirilmesi ve tartışılmaya açılması yanlış olacak, uluslararası düzeyde bir siyasi/hukuki kaosu, üzerimize farklı kanallardan siyasi baskıları beraberinde getirecektir. Bir senaryo gibi düşünüldüğünde, diyelim ki MS sonrası ortaya çıkabilecek en iyi Boğazlar düzenlemesi bile Türkiye’ye bugünkünden daha ileri kazanımlar sağlayamayacağı gibi, bilhassa vurguladığımız tam hakimiyet ilkesini dahi sarsabilecektir. İstanbul Kanalı projesi de bu tartışmalardan uzak olmayacaktır. Putin ile Cb.Erdoğan arasında önceki gün yapılan son telefon görüşmesinde Putin’in bu projeye atıfla, MS’nin korunması gerektiği yönündeki ifadelerinin de Rusların bu hassasiyeti çerçevesinde görülmesi gerekecektir.

Montrö Sözleşmesi, Türkiye’nin doğulu/batılı bütün sömürgeci güçlere karşı verdiği öylesine net bir karşılıktır ki, Lozan Anlaşması’nın tarihi şartlar içinde eksik bıraktığının tamamlanması olarak görülmeli, bir nevi Lozan (+) olarak nitelendirilmelidir. Bugün müttefikimiz de olsa ABD’nin ve diğerlerinin MS üzerinden olabilecek bütün baskılarına karşı durulması gereklidir. Yeni Başkan Biden döneminde ABD’yle ilişkilerimizin yeni bir aşamaya girdiği, bozuk ilişkilerin toparlanma imkanlarının araştırıldığı bugünlerde, bırakalım MS’nin tartışılmasını, imasının dahi düşünülmemesi şarttır. MS bu tür gündemlere alet edilmemelidir. Aynı şekilde, MS’ni gündeme taşıyarak, dolaylı şekilde de olsa Rusya’yı huzursuz edeyim ve Türkiye üzerindeki baskılarını azaltayım türünden düşünceler de yanlış olacaktır, şayet bazılarının aklından geçiyorsa.

Dünya’da 85 yıldır büyük bir disiplinle uygulanan MS ’nin örneği belki yoktur veya çok azdır. BM sisteminin bile her 2 dünya savaşı sonrasında yenilendiğini burada hatırlamalıyız.

Halkımız ve kamuoyu bu tartışmaların bugün neden tartışılmaya açıldığını biliyor. Ancak son dönemde Türkiye’nin gündeminde MS’nin feshi / tadili gibi bir hususun bulunmadığının en üst düzeyde vurgulanması bizce geç kalınmış bile olsa net bir tutumun en başta konunun muhatapları nezdinde kayda geçirilmesi bakımından yararlı olmaktadır.

*****

DIŞ İLİŞKİLER BAŞKANLIĞI