Son dönemin AB Liderler Zirvesi ve G7 Zirvesi gibi önemli toplantılarının hemen akabinde gerçekleştirilen, NATO Madrid Zirvesi; gerek içinde bulunulan küresel siyasi ortamın özellikleri, gerek toplantıda alınan kararlar, belirlenen hedef ve stratejiler itibariyle tarihi zirvelerden biri olmuştur. Türkiye’nin İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği konusunda aylardır sürdüregeldiği, bu üyelikleri en üst perdeden veto eden tutumuyla başlayarak, son aşamada iki ülkeyi İttifak üyeliğine davetini destekleyen Üçlü Muhtırayı imzalamasına kadar uzanan krizlerle dolu gelişmeler de bu zirvenin özel önemini artırmıştır. Bütün bu gelişmeler tarafımızdan yakin ilgi ve ibretle izlenmiş, tepki ve eleştirilerimiz de her vesileyle kamuoyumuzla paylaşılmıştır.
Ülkemiz yönetiminin sürecin öncesini ve sonrası gelişimini sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmekten uzak bir şekilde, ilk günden itibaren ortaya koyduğu popülist yönü de dikkat çekici olan yaklaşımlardaki çelişkiler, Zirve tarihi yaklaşırken, diğer birçok dış politika örneğinde de yaşandığı gibi, çok farklı bir tutuma evrileceğini en başından itibaren vurgulayan bizler için hiç de şaşırtıcı olmamıştır.
Bununla birlikte, bu sürecin şayet şaşırtıcı yönleri varsa, bunların başında, NATO içinde ve uluslararası düzeyde prestij ve inandırıcılığımızı bir kez daha sarsan savruk dış politikamızın son bir örneği olan bu durumu, ülkemiz iktidarı ve bazı çevrelerin bir zafer gibi tanımlanma gayretleri gelmektedir. Üçlü Muhtıranın imzalanmasıyla sonuçlanan ve aylardır gerek ikili ilişkilerimizde gerek NATO içindeki konumumuz itibariyle sorgulanır hale gelen bu gelişmelere değil zafer diyebilmek, Pirus Zaferi olarak tanımlamaya çalışmak bile beyhudedir.
İsveç ve Finlandiya’nın üyeliklerinin asla söz konusu olamayacağının en üst düzeyde ilanından başlayarak Muhtıranın imzalanmasıyla son aşamaya ulaşan süreçte, Türkiye’nin çeşitli alanlarda İttifak dayanışması beklentilerine işaret eden özünde haklı, ancak iktidarın yanlış yöntemleriyle zemin kaybeden ve tezlerimizi sorgulanır hale getiren gelişmelerde, ülkemizin kazanım sağladığı görüşlerini kabul etmek son tahlilde asla mümkün değildir ve bu durumun olumsuz etkilerinin ilerleyen zamanda görülebileceğinden de endişe edilmektedir.
Gerçekten de, en başta terörle mücadele her ülkenin hakkıdır ve aynı İttifak yapısı içinde bulunulacak her üyeden ve her aday ülkeden bu taleplere cevap vermesini beklemek de Türkiye’nin en doğal hakkıdır. Nitekim en başta temel NATO belgeleri de bilhassa terörle mücadele konusunda yakın işbirliği ve dayanışma gereğini vurgulamaktadır. Bununla birlikte, bir ülkenin haklılığının muhataplarına anlatılması, doğru usul ve diplomasi araçlarıyla ikna edilmesi ve bunların kabul görmesi de en az haklılık kadar önem taşımaktadır.
Bu bakımdan, Türkiye’nin görüşlerinin kabul gördüğü iddialarında bulunulsa da, kapsamlıca değerlendirildiğinde, Üçlü Muhtıra’nın, örneğin, ülkemize hasım birtakım şer gruplarının en açık ve yoruma gerek bırakmayacak tarzda terörist olarak nitelendirilmekte yetersiz kaldığı, terör bağlantılı şahısların iadesine ilişkin bölümlerin muhatap ülkelerce aykırı yorumlanabilecek şekilde kaleme alındığı, aynı şekilde iki aday ülkenin Türkiye’ye karşı taahhütlerine ise sadece ucu açık ve müphem ifadelerle yer verildiği görülmektedir. Nitekim yorumlardaki çarpıcı farklılık daha Muhtıra’nın imzaları kurumadan dile getirilmeye başlanmıştır. Bu anlamda, muhtıranın tek somut ve geri çevrilmez sonucunun ise iki ülkeye NATO üyeliğinin önünün açılması olduğu görülmektedir. Dolayısıyla Tarafların bu kriz sürecinde dile getirdikleri taleplerin karşılanmasında, sözkonusu iki ülke lehine, buna karşı Türkiye’nin aleyhine açık bir orantısızlık ve dengesizlik mevcuttur.
Sözkonusu belgenin, iki ülkenin iç hukuk sistemine dahil edilmesi, örneğin Parlamentolarınca da onaylanması gibi bir usule başvurulmaması ise yanlışlıkların en başında gelmektedir. Böyle bir yöntem, mevcut haliyle sadece siyasi bir beyan mahiyetinde olan belgenin güç ve etkisini muhakkakki artırabilecekti.
Sonuçta bugünkü görünümüyle, dış politikada sökükler yama tutmaz hale gelmiştir. Savrulmuşluk, dağılmışlık ve hedefsizlik dış politikanın bütün boyutlarında kendini göstermektedir. Bu durumun ülkemize maliyeti de sürekli artmakta, gelecek yönetim ve nesillere bırakılan bu ağır miras her geçen gün daha da ağırlaşmaktadır.
Bütün alanlarda olduğu gibi, dış politikadaki çözülmelere karşı da çözüm, hemen seçim ve yepyeni, vizyoner, sağduyulu ve sorumlu bir dış politikayı gerçekleştirebilecek liyakatli kadroların iktidarıdır.
O güzel günleri çok yakın bir gelecekte hep birlikte göreceğiz.
Güzel, mutlu ve hayırlı bir Kurban Bayramı diliyoruz.
*****